Bu yazının konusu olan zavallı iki sandalyecik de babamın alalım alalım belki bir gün lazım olur diye ( bütün ailenin pis huyları bende toplanmış!) arabaya attığı, yine babaannemin bağışlamasıyla eve gelen eşyalar. üç yıldır dokunamadım. Önce boyadım, olmadı, beğenmedim, sonra eskittim ı ıh, göze güzel gelmedi, kumaşları ne olacak, kaplatmaya da göndermek istemiyorum, kıytırık kıytırık nasıl getirdin diyecekler, zaten kafamdaki şeyi paylaşmak istemiyorum, çünkü anlamıyorlar; ben de tamam o zaman dedim ve işe önce bir zımba makinesi alarak başladım.
Sonra iş kumaş bulmaya geldi. Ama nasıl tezcanlıyım, nasıl tezcanlıyım. Mümkün değil, dışarı çıkıp da kumaş aranamayacağım. O zamaaann, dedim, evdeki bu sefer de anneden aşırılan kumaşları meydana çıkardım. Fakat onların hiçbiri uygun değildi. En sonunda tadilata uğrayacaklar arasına attığım eski bir elbisem gözüme çarptı. Baktım, öyle pek de onarılacak bir yanı yok, hadi bakalım, denemelere başlayabilirim dedim. Zımba yapmak o kadar eğlenceli ki! Dikiş dikmeyi de çok severim ama zımba yaparken ki, baktın fazla mı geldi, kes çıkar o kısmını, baktın yamuk mu oldu, amaaaan canım, ne olacak (tabii ki bu kullanılan kumaşla doğru orantılı, aman yanlış anlama olmasın.) rahatlığı bana çok iyi geldi.
Sandalyelerin oturma kısımlarını hemen bir saat içinde kaplamış oldum. Muhit Bey bu işe pek mutlu değil, çünkü daha önceden sandalyenin üzerinde olan kumaş tam da tırnaklarını törpüleyebileceği dokulu bir kumaştı. Bkz, 1. resim. Şimdi her ne kadar denese de tırnaklarını kumaşa gömmeyi beceremiyor, gerçi o da azıcık tırnakların uzamasına bakar ama... Bakalım bir yolunu bulacak mı?
Bu arada her iki fotoğrafta da (Önce-Sonra), çalışma odamın incilerini döktüğümü fark ettim. Annem bu blogu görse, bu dağınıklığını insanlarla paylaşmaya utanmıyor musun diye paylayabilirdi beni:) Ama anlatamıyorum ki, çalışma odası dediğin dağınık olur, adı üstünde, çalışma var orada :)
Sevgilerimle,
P.